26 Aralık 2010 Pazar

Ne istiyorsun?

Ne istiyorsun? Her yalnız kaldığımda, her televizyonu kapattığımda, yan odaya geçtiğimde, mutfakta bulaşık yıkadığımda, lavaboya gittiğimde, her yatağa girdiğimde, her sabah uyandığımda, otobüste her yolculuk ettiğimde, kendimi oyaladığım şeylerden uzak kaldığım hemen her anda aklımdaki ilk cümle… Ne istiyorsun? Ne istemeliyim? Neyi yaşamalıyım? Bütün bunların O’nunla ilgisi olmadığını düşünmeye başladım. Hissettiklerim, insanların hissettiklerini varsaydıklarım…

10 Eylül 2010 Cuma

Geriye ne kaldı?

Geriye ne kaldı diye düşünüyorum da pek bir şey bulamıyorum.Bu hayatı ve galiba asıl kendimi anlamlandırırken diğer insanları, tarihi,kitapları, bilmem daha neler neleri değerlendirmeyi anlamsız bulduktan sonra geriye ne kaldı? Çok fazla derinlere dalmak işime gelmedi galiba. Düşünsel hayatım ile fiziksel yaşamım aslında birebir aynı. Beni motive edecek bir şeyler olmayınca vitesi boşa alıyorum. Vitesi boşa alınca da hızımı yol belirliyor. yokuşsa zor oluyor inişse kolay. Bildiğin kader işte. Kaderi bir kenara koyduğumda da değişen bir şey yok aslında. Kendni karizmatik bir biçimde bir duvar kenarına yaslanmış sigara içerken,hayal ettin mi hiç? Diğer insanların bakışları, hayran dolu bakışları ile... Neydi ki bu hayal? Neye hizmet diyordu? Küçük beyinli biri için özenti ve ezik birinin düş dünyası olarak yorumlanabilecek bu hayal Tanrı olma arzusunun bir tezahürü müdür? Bu hayat üzerine kendimi vererek düşündüğüm her an titredim ve "güzel" dedim.

Klip izliyorum ve Türkan Şorayın el hareketi nedense bana çok tanıdık geliyor. Şarkıyla uyumsuz, anlamsız bir hareket aslında. Ama nedense çok tanıdık.

2 gün boyunca evden çıkmadan sadece PES oynayarak ve film izleyerek zamanımı geçirdim. Hiç sıkılmadan ve tersine geçen her saat biteceğini düşünrek üzülerek. Biteceği için mi güzeldi yoksa böyle yaşamayı sevdiğim için mi bilemiyorum. Bana ikincisi gibi geliyor.

Geçen cuma günü farkettim ki eskisi gibi kendimi takip etmiyorum. İniş çıkışlarımı takip eder ve saçma sapan şeyleri kafaya takma gereksinimimin doğduğu zamanlar ile insanlarla ekstra iletişim kurup eğlenme ihtiyacının arttığı zamanlara göre hareket ederdim. Kendimi etkisinde bulunduğum ve 2 örnekle anlamlandırdığım - aslında saçma - biçimde takip etmeyince işler karışıyor birbirine.

Ne düşünecek bir şey var ne de hissedecek bir şey. Peki geriye ne kaldı? Cancanlı tanımlamar geliyor aklıma ama anlamı yok. Ben bir şair değilim. Olmaya da çalışmadım. Hiç bir şey olmaya çalışmadım gerçi. Olduklarımı tükettim belki de bilemiyorum. Peki geriye ne kaldı? Hayatını PES oynayıp film izleyerek geçiren Telefonu bir yerlerde unutan, aklına gelince "inşallah kimse aramamıştır ki benden ona geriye dönmemi beklemesin" korkusu ile eline alan birisi.

Kimsin sen?
Cevap:Herhangi birisi.
Bunca zaman bir şey öğrenmedin mi peki?
Cevap: Öğrendim. Eskiden herhangi biri olmak bana korkunç gelirdi. Artık bunun bir önemi yok.
29/6/2009

Marley and Me (2008)

Filmin türü için ilk olarak komedi denmiş ama ben filmde hemen hemen hiç güldüğümü hatırlamıyorum. Ayrıca romantizm barındıran bir şeyler de bulamadım. Bence filmin türü drama. Krakter eksenli değil olay eksenli bir film. sadece Owen Wilson ve Jennifer Aniston var filmde. Birazcık patron birazcık John Grogan'ın (Owen Wilson) arkadaşı Eric. Çocuklar yada anne babalarla ilgili de pek bir şey yok. Bir ara Bruce Willis'in Story of us filminin öncesinin çekildiğini düşündüm. "Story of Us: Begining"

Krakterlerin kariyerlerindeki ve ilişkilerindeki iniş çıkışlar fazla trajik hale getirilmeden ve dramatize edilmeden sunulmuş. Daha sonra bunları anlatmayı bırakarak filme adını veren köpeğin hikayesine yoğunlaşılmış. [spoiler]Sanırım yönetmen ve senarist, Marley'in (köpek demeyi bırakıp ismi ile hitap edeyim ki hayvanseverler taşlamasın) gidişine sadece John'un üzülecek olmasını yeterli bulmamış olacak ki son yaklaşana kadar sadece sorun çıkaran varlıklar olarak sunulan çocuklar filme dahil edilmiş.[/spoiler]

Şimdi şöyle düşünüyorum da bu hikayede asıl yoğunlaşılması ve üzerinde düşünülmesi gereken asıl şey neydi? Yani hayatı sorgulama ve yaşamı anlamlandırma açısından nereye bakmam gerekiyor? ("Bu filmde hayatın anlamı mı aranır?" demeyin ben Barça Madrid maçını izlerken bile bu gözle baktığım anlar olmuştur.) Bence köpeğin hikayesinden çok daha önemli şeyler vardı bu filmde en azından benim odaklandığım. Adam dışardan bakınca her şeye sahip ama arayış bir türlü bitmiyor.[spoiler] Filmin son sahnesinde patronu ile olan konuşması bile bunu gösteriyor. [/spoiler]"Neyin uğraşını veriyoruz" diye sormak lazım ama benim için olmasa da bir çoğu için bu sorunun cevabı belli sanırım.

Her neyse...Jennifer'ı hep Rachel olarak gördüm izlediğim eski filmlerinde bir Friends sever olarak.Ama burda bundan çıkmış gibiydi. Belki de filmin krakter eksenli olmayışından sadece olay eksenli oluşundandır.Bilemiyorum... Bir iki sahnedeki yüz ifadesi güzeldi.O sahne ile çok uyumluydu.

Ayrıca filmdeki mekanlar tam anlamıyla muhteşemdi.

İzlenmesen de olur filmlerden. 6/10 bile zorlama bir puan benim adıma.


Filmin sonunda bir köpekle bir insanın karşılaştırılmasını ise sadece aptalca bulduğumu söylemek istiyorum. Ne alaka?
5/5/2009

Hiçbir Şey Bilmiyorum

Özlemeye değer bir şey yok muydu? Yaşadığım hayat çok mu güzeldi? Neydi ufuktaki? Neydi ulaşılmayan? Neydi hissedilemeyen? Tanrı dedim belki de... Tanımadan, anlamadan "sevdim" dedim. Yaşadıklarımdan anlamsızlıklardan bir kaçış mıydı? Bilinmeyenin cazibesi miydi? Neydi "Allah" dediğimde beni rahatlatan? Bir kelimeden öteydi ama neydi? Bir duygudan öteydi ama neydi? Cezalandırmayı seven despot bir şey olmadığını anladık ama... Ne olmadığına dair bu insanlardan çok şey öğrendim belki de. Yine aynı şekilde diğerlerine de ben öğrettim. Özel değildim çünkü. Özel olup olmamayı umursamamı sağlayan yaratıcı kimdi? Neden bütün bu cümbüşü kurup gizlenmişti? Güzeldi O'nunla ilgili her şey tamam. Ama anlaşılmayan ya da anlamsız dediğim bu hayat kadar mı güzeldi. Bundan daha fazla galiba... Bir anlam vardı O'nunla ilgili her histe. Bir taraftan vazgeçiş diğer taraftan bir vazgeçmeyiş... Hep zıtların esaretinde yaşadım bu hayatı.her duygu iki yönlüydü. Belki daha fazla...Bana hiç bir şey sormayacağını düşündüm O'nun. Öldükten sonra hep bana bir şeyler açıklanacak diye hayal ettim. Ya da bir yokoluşu düşledim. Varsa bende olan güzel bir şey zaten O'ndandır ve O'na dönecektir. Geriye kalanlar anlamsızsa yokolmasında ne sakınca olabilr ki? Benim kadere dair bir lafım yoktu.Ağladığım her anda "her şey güzel" dedim.Ve güzeldi de...

Şu an o kadar anlamsızım ki...Kendimleyim çünkü...Yarın kalkıp işe gitmek çok zor geliyor.Sadece burda durayım istiyorum.

Her şey bitecek...


Her şey bitecek...


Her şey bitecek... 2/3/2009

Her şey Bitecek

Hiç kimsenin çektiğini varsaydığım acıyla bu hayatı değerlendirmemeye karar verdim.Dışarda soğuktan üşüyen fakir bir insan mı var? Onun ne hissettiğini ve bu hayatta acı çekip çekmediğini, çekiyorsa nasıl bir acısının olduğunu peşin bir kabulle sıcak odamdan değerlendirmeyeceğim. Yani "bu hayat neden acı?" diye sorduğum anlarda yaptığımı iddia ettiğim gibi empati ile bunu yapmayacağım. Bu anlamsız çünkü. Tarihin acı ve kan dolu sayfaları hakkında da ahkam kesmenin bir anlamı yok. Bunları anlatıldığı gibi kabul etmekle etmemek arasında bir fark göremiyorum.Yapabileceğim tek şey bana sorarlarsa "bu hayattan razı mısın" diye "razıyım" demek. Ama neden var neden yaşanıyor diye sormadan da edemem. Çok muhteşem hisler yaşadığım, çok anlamlı olduğum ya da kısaca varolduğum anları düşünüyorum. Belirli bir disiplin içinde yaşayarak bu yaşanan anları genele yayabilrim ama bunu tercih etmiyorum. Unutarak,yaşadığını unuturak, farkında olmadan zamanı eritmeyi tercih ediyorum. Hemen hemen her gün aynı kıyafetleri giyiyor,evimin odasından çıkmıyor, TV izlemiyor, pencereden bile bakmıyorum. Sadece her gün yaptığım şeylerin aynısını yaparak hayatımı geçiştirmeyi tercih ediyorum.Pasaklı, depresif, acı dolu falan değilim. Sadece umurumda değil sanırım. Kimseye hesap tutmuyorum. Kimseye kızgın ya da kırgın değilim. Kimseden bir şey beklemiyorum. Tabi bunların hepsi yoğun anlamlı his açısından. Yoksa gündelik hayatın mevzuları açısından söylemiyorum. Nasıl bu iş buraya geldi bilmiyorum. Nasıl oldu da her gece yatağıma girdiğimde uyumadan önce kendi kendime "her şey bitecek" diye tekrarlamaya ve bu cümleyle kendimi rahatlatmaya başladım bilmiyorum. Kızgın külün üstüne su dökülmesi gibi geliyor bu cümle... "Her şey bitecek"... Kolayı seçmiş olmaktan dolayı utanç duymuyorum. Kader ve yaratılışım buysa, hadi diyelim ki kader olduğundan değil ben kendim ettiğimden, her şey bittiğinde yaşadığım hayat yanlışsa ne yapayım. Suçlu yok. Bende olduğu söylenen cuzi iradem açısından yok. Ötesini bilemem. Ne güzel demiş Şinasi "Hayat bir sınavsa kağıda adımı yazar çıkarım." 14/1/2009

Aklımda kalan anlar...

Aklımda kalan anları düşünüyorum da çoğunun çok fazla anlamı yok. Hemen şu an düşündüğümde geçenlerde üzerinde uzandığım kanepede sabahın 5inde hiç bir şey yapmadan tam bir sessizlik içinde uzandığım an aklıma geliyor. Hafif uyuklamıştım elektrikli ısıtıcının altında.Sadece bunu yapmak istemiştim. Tamamen uyumayacak sadece şekerleme yapacaktım. Öyle de yaptım.Çok huzurluydum.
Sonra üniversite zamanlarında yurttan fakülteye yürüdüğüm bir yaz sabahı aklımda...Varolmayı düşündüğüm ve etrafımdakilerin farkına varmaya çalıştığım bir andı. O anda da daha farklı bir şey vardı. Daha çok mutluluk gibiydi.
Sonra yine üniversite zamanlarında 3 gün boyunca içine düştüğüm müthiş boşluk mu denir ne denir bilemediğim hal var. Bir daha hiç öyle bir hal yaşamadım. Müthiş zordu. Bağlamaya çalıştığım sebepler anlamsız veya yetersizdi.
Yine üniversite zamanlarında bir akşam, hasta olduğunu söyleyen ve bir gece yarısı doktora gitmek isteyen 2-3 yaşındaki ufaklık kucağımdayken arabada çalan "Yusufu kaybettim" şarkısı...Hiçbir şeye ve kimseye öyle sarılmadım ben.O his aşk değilse başka ne olabilir bilemiyorum.
Yurt balkonunda arkadaşlarla çay içerken esen rüzgarı da asla unutmam. Gözümü kapattım ve her zaman yaptığım gibi rüzgarın beni alıp götürdüğünü, yavaş yavaş toz olduğumu, sonra da tamamen yokolup rüzgara karıştığımı düşünmeye başladım. İster inanın ister inanmayaın o an ben gerçekten yokoldum. Aynı rüyamda yaşadığım uçma hissini yaşadım.Gerçekten bir an yokoldum.
Sonra işsiz olduğum dönemde babaannemin evinde tek başıma yaşarken bir gece yarısı Tanrı'ya ettiğim isyan geliyor aklıma. Çok uzun bir süre bunun ezikliğini yaşadım. O an da aklımdan hiç silinmeyen bir andır.
Çok fazla şey yok galiba, aklıma başka anlar geliyor ama yukarıda saydıklarım kadar olmadı hiç biri. Bu saydığım anlar sanki benim için bir anlam ve kıyas merkezleri.Yaşadığım ve yaşayacağım bir çok anları bunlarla kıyasladım ve kıyaslayacağım gibi geliyor.
17/12/2008

Soframda neden havyar yok!

Yaşadığın hayatta neyi ne kadar seçtiğini düşündün mü hiç? Yoksa kader inancın geliştikten sonra hiç bir şeyi seçmediğine mi karar verdin sen de? Ama bu yetmiyor değil mi... Şu an oturup film izleyebilir, oyun oynayabilir, internette takılabilir, TV izleyebilir, birilerine telefon açabilirim... Yapacağım her eylemin farklı olası sonuçları olacaktır. Sanırım bazıları bu olası sonuçlar üzerinden şu anki eylemlerini gerçekleştiriyor, bazıları da sonucu düşünmeden sadece yapmak istediğini yapıyor. Burda kilit olan nokta "yapmak istediği" tanımlaması. Bunu belirleyen kim? Eylemlerin olası sonuçlarını düşünerek yaşam tercihlerini yapan bir insan ile "yapmak istediğini yapan" insan arasında bir fark var mıdır? Fazla derin düşünmeyeince 1.sinin hayatının kontrolünü eline alan, diğerinin ise belki yapacak gücü kendinde bulmadığından, belki komplekslerinden, belki bilmem neden sadece öylesine yaşayan biri olduğu sonucunu çıkartabiliriz. Bizim sorunumuzun bir kaynağı bu sanırım. Farklı boyutlardaki çıkarımları birbirleriyle karıştırıyoruz. Yani üst bir boyutta seçim diye bir şey yok ama yaşanan günlük hayat boyutunda bu var. Seçimlerin seni belirliyor günlük hayatta. Üst boyutta ise bu zaten belirlendi sen sadece yaşatılıyorsun. Üst boyutta düşünüp alt boyuttaki eylemleri anlamlandırmanın bir zararı var mı peki? Eğer ki, günlük hayattaki yetersizliklerimize ürettiğimiz bahane bu üst boyuttan (kader boyutundan belki) bakışın bir sonucu ise bu bence yanlıştır. daha doğrusu anlamsızdır. Yanlış ya da kötü diye bir şey olmadığına karar vermiştik değil mi önceki derslerimizde :p
Bu konuda somut örnek vermek istemiyorum. Çok komik kalacak çünkü. Hem örnek vermezsem ve de kimse anlamazsa sanki büyük laf etmiş gibi olmanın hazzını da yaşayabilirim :D Diyeceğim o ki, yemek yiyin ama sofrada havyar olmamasının sebebini başka bir yerlerde aramayın.
14/12/2008

Ölümü istemek değil benimkisi...

Hayata dair edilen bir sözün ne kadar anlamlı olduğunu nasıl anlarsınız? Ben hayata dair bir söz söyleyen kişinin sözünün ölmeden önceki son sözü olup olmayacağını düşünürüm.

"Hayat anlamsız olduğu anlarda bile güzel..."


tık... Adam gitti...

"Eğer bana öldükten sonra sorarlarsa yaşadığn hayattan razı mısın? diye... Tüm her şeyimle inanarak "EVET!" derdim"

...tık...Adam yine gitti...

Ölümü istemeye hakkım var mı yok mu bilemiyorum. Aslını istersen bu da umurumda olmayan şeylerden... İstemek benim elimde olan bir şey olsa bunun üzerinde düşünebilir ve bir şeyler yapabilrdim. Ancak bu doğal bir gelişimin sonucu.Anlamadığım biçimde içimden geçen şeyleri mantığımla yorumlayarak sınırlandırmamayı yeğlerim.Zaten bunu da yapamam. Sadece yalan söylemiş olurum. Ölümü istiyorum demiyorum. Anlamadığım bir şeyi isteyemem ama bu anlamsızlığın karşısında bitmesini dilemekten başka bir şey de yapamıyorum. Şu an anlaşılmak zerre kadar umrumda değil. Karşımda beni anlayan veya anlamasa bile dinleyen bir insan olup olmaması da öyle... Benim buraya yazdığım yazıları okuyanların beni düşünmesini ve anlamasını hakkımda hüküm vermesini ya da beni değerli bulmasını istemiyorum beklemiyorum... Kendisine baksın herkes. Kendi cevaplarını versin. Hiç bir insan anlaşılmayacak. Bunu kendi adımıza beklemememiz gerektiği gibi başkalarını anladığımızı da iddia etmemeliyiz. Yani bunun ne anlamı var ki? Bence hiç bir anlamı yok. Biri tarafından anlaşıldığınızı düşündüğünüz anları düşünün. Ne oldu? kocaman bir çikolata yiyerek mutluluk hormonunun salgılanmasından ne kadar farklı oldu yaşadığınız olumlu hava? Kötü bir anlatımla belirtmek istediğim şey hayatımızın bütününü kapsayacak bir anlaşılma olayı asla mümkün olmayacak. ister bizden daha güçlü, bilge, anlamlı olsun isterse bize tabi biri olsun. Farketmez... Anlaşılmak asla mümkün olmayacak. Bunun en büyük kanıtı bence insanoğlunun bir şeyleri başarma çabasının yokolmaması. Sürekli olarak kendini ortaya koyma varolma çabasının yokolmaması... Bizi yorumlayan diğer insanlar olmasa varolma arzusu diye bir şey olmazdı gibi geliyor. Bu yüzden varoluş kaygısının diğer insanların algısı yok sayılayarak açıklanamayacağını düşünüyorum. Yani "bir şeyleri başarma arzun diğer insanlar için olmasın kendin için olsun. " türünden söylemler her ne kadar bir aşamada doğru gözükse de ulaşılan sonuç açısından bir anlam ifade etmiyor. Diğer insanların gözünden yaşanan bir hayat varolmasa ne peygamberler olurdu ne de lider diye bir şey...Bunu da şimdi uydurdum. Belki de yanlıştır. Gecenin 5inde üzerinde pek düşünesim yok. En fazla çarpılırım :p Havanda su dövdüğünü bile bile düşünmek, konuşmak, yazmak ne ilginç... İnsanoğlunun mahkum edildiği akıl ne ilginç bir şey. Sanki bize ait bize benlik veren tek şey gibi görünüyor ama düşünmeden durmak mümkün olmadığı için özgür olmadığımız sonucu çıkıyor. Buraya bir şeyler karalamak istedim. Kendi içimdeki kendime anlatmam gereken bir şeyler var galiba. 14/12/2008

İşte böyle...

Bir gün bir saat bir dk içinde yaşadığımız onlarca his... Ben mi onlara bağlıyım onlar mı bana bağlı, ben onlara bağlıysam benim anlamım ne, onlar bana bağlıysa onların anlamı ne? bugün neden hiç bir şeyi özlemediğimi özlememin mümkün olmadığını anladım.Çünkü özlenebilecek tek şey hislerdi ve hisler sadece yaşandığı anlarda anlamlıydı.Tarif edilemez depolanamaz hatırlanamazdı.Sadece belli kelimelerle etiketlenebilir, toptan bir şekilde tanımlanabilrdi. Mutluyduk.. Hüzünlüydük... Heyecanlıydık... Sıkıntılıydık... Ama bunlar yaşanırken tanımlanması bu kadar kolay değildi. En azından benimkiler öyle.Yaşadığım ama tanımlayamadığım bir şeyi o andan çıktıktan sonra nasıl özleyebilrdim ki?Bu sahtekarca olurdu sanırım. Bazen önce anlıyor sonra bunu yaşamıma aktarıyorum. Ama çoğunlukla önce yaşatılıyorum sonra anlıyorum. Özlemek de böyle oldu. Uzun süre önce hiç bir şeyi özlemediğimi farketmiştim. Şimdiyse bunun nedenini anlıyorum.Hisleriyle yaşamaya çalışan bir insan için en olağan sonuçmuş bu. Neye layık olduğum neye ulaşacağımı bilmiyorum. Bu hayatın anlamsızlığına ve neden varolduğuna dair defalarca isyan etmiş olsam da tek bir şeyden hep emin oldum. En fazla da zor anlarımda bundan emin oldum. Bana anlamlı gelmiyor ama bu hayat bir şekilde çok güzel...Anlamsız oluşu güzel oluşu önünde engel değil demek ki. Neden çok iyi gibi görünen bazı insanlardan iğrendiğimi de farkettim. Sahtekarcaydı çünkü bu. Hep birilerinin iyiliğini isteyen hiç öfkelenmemeye çalışan insanlar riyakar görünüyordu bana. İnsan tanımına aykırı çünkü bu.kötü olmaları gerekir zaman zaman.Kızmalılar... Haksız oldukları halde kendilerini savunmalılar... Şüphe etmeliler...Ya da tam tersine körü körüne inanmalılar bir şeylere... Tüm bunları içlerinde barındırmalılar. Sadece oldukları şeyi takip etmeliler. Madem verildi bu hayat. Madem bana nasıl yaşayacağım söylendi...Madem ben bana bunu söyleyenlere itaat edecek yapıda yaratıldım... Bir tarafım bunu yaşarken bir tarafımla bunu izlerim. Galiba az önce yalnızlığın tarifini yaptım. 24/11/2008

Neden?

"Neden" diye sormadan nasıl yaşanabilir ki? Sorup da cevap almadığım soru olmadı galiba... Bir kelimeyle değil... Bildiğimiz anlamlarda değil... "Neden" diye sorduğum her anın sonunda yaşadığım O'na sığınma hissiydi cevap... Aynı olumsuzluklar ve iğrençlikler karşısında yaşadığım gibi... O vardı ve sorun yoktu... O an için O vardı ve başka hiçbir şey yoktu...

Hep bir his...Paylaşılamayan, anlatılamayan... 30/10/2008

Yaşa!

"Yaşa!" dedi bana bir ses... YAŞA!.. Ve asla pişman olma! Özleme ya da hiçbir şeyi... Sev kaderini... Bil ki, hiçbir şey elinde değil... Yaşadığın bu hislere atfettiğin hiçbir neden o hissin gerçeğini yansıtmayacak... İniş çıkışlarını iyi takip et. Ama yine bil ki inen sen değilsin çıkan sen... Sen sad ece bütün bunlara şahitsin. Bir emanete bakıyorsun. Üzme kendini hiçbir şeye. Güzellik de, acı da, boşluk da hepsi O'ndan. Nasıl biliyorsan öyle yaşa ve daha fazla bilmeyi değil bir an önce bitmesini dile... 17/10/2008

Varoluşuma râm olurum

Yaşadığım hayatı düşünüyorum. Yapayalnız yaşadığım hayatımı... Birileri tarafından anlaşılmayı değer verilmeyi istemeyi bırakalı ne kadar oldu bilmiyorum. Bir şeyleri başarmaya çabalamayı bırakalı ne kadar oldu bilmiyorum. Bir yap boz var önümde ve ben şekilleri büyük resim içindeki yerlerini düşünmeden gelişi güzel koyuyorum sanki. Boşluğu dolduruyorum sadece. Ortaya çıkacak büyük resmi merak bile etmiyorum. Sonsuz parçadaki yap bozun bir parçası olarak neden varolduğumu merak ediyorum sadece. Yapbozdan çıkartılsaydım resim anlamını yitirir miydi? Ne saçma bir soru...Rüzgarı neden çok seviyorum biliyor musunuz? Rüzgarla birlikte bu bedenimin yok olacağını rüzgar olacağımı hayal ediyorum. Sene 1997... İnternet alemiyle ilk tanıştığımda kullandığım nickti "Wind" yani rüzgar. Eskiden nerede olduğumu şimdi nereye geldiğimi de düşünmüyorum. Eskiden salak salak "ben kimim?", "kim olacağım" , "misyonu ve görevim ne olacak" diye düşünür dururdum. Hala da aklıma gelir bunlar.Kendime bir anlam atfederim bir başkasının bana bu anlamı atfetmiş olacağı hayalini kurarken. Ne kadar da anlamsız. Bunu düşünürken bunun anlamsızlığını biliyorum. Bu da geçecek zaten. Bunu da düşünmeyeceğim artık. "Ben kimim" sorusu benim enerjimi bitirmiyor artık. Büyük şeyler beklemekten vazgeçmedim ama bunun gerçekleşmeyeceği fikrini de kendimce kabullendim. Bunda hiç bir sorun yok. Şu an hissettiklerim açıklanamaz. Paylaşılamaz. Bu nasıl bir güzelliktir böyle. Kelimeler yok oluyor kendimi bıraktığımda. Sebep yok oluyor. Sonuç yok oluyor.Sessizce başımı öne eğiyorum. Bu varoluşa râm oluyorum. 6/10/2008

Hissettiklerim

Bir acayibim bugün. Sebebini biliyorum aslında ama insan ille de etki edebileceği ve anlamlandırabileceği bir şeylere yormaya çalışıyor. Kendimi daha anlamlı hissetmek istiyorum galiba. Bu varlığınmın neden varolduğunu asla anlayamayacağım. Yarın yola çıkacağım. Tüm bulaşıklarımı yıkadım. Bilgisayarımdaki klasörleri düzenledim. Daha önce ziyaret ettiğim siteleri sildim. Bunları yaptım çünkü buraya geri gelmeyeceğimi hayal ettim. İz bırakmamak istedim. Öleceğimi düşündüm. Bunu istedim. Dün gece ve sabah defalarca bu hayatın güzel olduğunu ve Allah'ı sevdiğimi düşündüm. Yaşadığım hayat belki bu hislerimi bu düşüncelerimi yalanlıyordur. Bunu bilemiyorum. Ama yarın varolmama düşüncesi bana öyle güzel görünüyor ki... Nereye gideceğim, ne olacağım hakkında en ufak bir fikrim yok. Hakkında fikir sahibi olduğum tek şey Güzel dediğim ve güzel hissettiğim anlarda bile bu bedenden ve bu hayattan çıkıp gitmek istiyorum. Bu irademin yok olup olmaması bile umurumda olmuyor. Varolduğuna yürekten inandığım Allah'ın bana yazdığı muhteşem kaderin son bulmasını ümit ediyor, yapımda ve yayında emeği geçen herkese teşekkür edip hiç varolmamışcasına yok olmak istiyorum. Şu an hissettiğim his beni bu hayatın güzel olduğuna inandıran tek his. Ve bu hissi ne zaman hissetsem bu histe yalnız olmadığımı hissediyorum. Ortak bir acının-güzelliğin-varoluşun parçası gibi görüyorum kendimi. Düşününce-okuyunca o kadar çok anlam var ki bu hayatta... O kadar çok mesaj... O kadar çok varoluş... Ne istediğimi bilmiyorum. İstemeyi bilmiyorum. Yıllar var ki Allah'a bu hayattan ötürü teşekkür etmekten ve bu hayatı yaşatanlardan ayırmamasını dilemekten başka bir dua etmiyorum. Edemiyorum... Bugün deri bir koltuk takımı gördüm. Onu almayı istedim. Evimde olduğunu düşledim. Hemen değil ama... Bir kaç yıl sonra... İşin ilginci hayalimde o koltuk takımının olduğu odada yalnızdım. Yapa yalnız... Sadece zaman zaman baş köşede O'nun oturduğunu ama O'nun da gelip gittiğini düşledim. Bu şekilde yaşamaktan ötürü Allah'ıma minnettarım. Nankörlük etmedim hiç. Şu an odada yalnız olmadığımı hissediyorum. Peygamberi düşünüyorum ölüm ne zaman aklıma gelse. Çok zaman önce duyduğum Peygamberimizin son konuşması kafamda dolaşıyor...Allah Ölüm ile yaşamak arasında tercih yapmasını istemiş ve O da ölümü seçmiş. Nasıl algılayamazlar mesajı... Nasıl isteyeyim bir şeyler... Bu beden, bu mantık sınırları içinde bu insanlarla yaşamaya devam etmeye mecbur olduktan sonra ne isteyebilirim ki? Bu cümbüşün bir an önce bitmesini hayal etmekten başka ne yapabilirim... Bu varoluş içinde şu an hissettiklerimle günlük hayatı yaşayamayacağımı bile bile ne isteyebilirim ki...Ruhumun ve gönlümün güzelliği karşısında benim hangi isteğim hangi hayalim anlam taşır ki? Bir yandan lanet ederken tüm anlamsız yaşamlara nasıl isteyebilirim bunlara anlam katacak bir şey... 26/9/2008

Keyfe keder

Keyfe keder bir şekilde fütursuzca yaşadığım hayatımda kovalamadığım anlamların beni anlamlandırması karşısında ezilmeli miyim? Yoksa bu güzellik karşında olduğum gibi olmanın ötesinde bir şeylerin peşinde koşmadan, nedenini asla anlayamacağım bu varlığımın bir şekilde biteceğini ümit etmeye devam mı etmeliyim? Nereye gitmem, neler yapmam, neler hissetmem gerektiği hakkında düşünmediğimdendir, artık daha fazla yaşadığım andayım. Dinliyoruum kendimi. Ne var bende? İnsanlardan uzaklaşmamın ya da sadece birer suret olarak onları etrafımda yaşatmamın bir ödülü ya da bedeli olacak mı? Yooo... Bunların bir anlamı yok... Zaten hep ne yapmam gerektiğini bildim. Ama her zaman yapmam gerekeni yapmadım... Kendi varlığımı reddetme ve kendime zarar verme yetisi bana verilmişti ve ben bunu sonuna kadar kullandım... Sadece yaşadım... Nedeni ya da nasılı üzerinde düşünmenin neye faydası oldu bilmiyorum. Ödediğim hiç bir bedelin hakettiğimden büyük olmadığını ve hiç bir şey anlamadan yaşayıp hiç yaşamamış gibi öleceğimi biliyorum. En azından 2.kısmı öyle ümit ediyorum. Bana sunulanlar karşısında zaten yapacak bir şey bulamıyorum. Bana yaşatılan huzur ve mutluluk karşısında ödeyeceğim hiç bir bedel anlam taşımayacaktır. Zamanın birinde bu bedeli benim yerime bir başkasının ödediğini düşünmek bana büyük ızdırap vermişti. Ama yapacak bir şey yoktu. Bu kaderdi... Ol denmişti ve olmuştu. Ötesi yoktu...

Son günlerde kafam acayip bir halde... Odaklanamıyorum ve kafamdan geçen bir şeyi 10sn sonra unutabiliyorum. Hani düşünme eylemi otomatik bir eylemdir ve ne yaparsan düşünmeme gibi bir durum söz konusu değildir ya... Ben son zamanlarda düşüncelerimi toparlayamıyorum. Düşüncelerim dediğime bakmayın... Benim olan bir şey yok... Kelimeler kafamda bölük pörçük.. Cümle kuramıyorum kafamda... Bu aşamada farkettiğim şey insanların yüzlerine daha fazla bakmaya başladım. Sanırım kendimden kaçmaya çalışmanın bir sonucu bu...

Korunduğumu hissediyorum... Her ne kadar korunduğum şeylerden tarafta olsam da bu hali içimde yaşatmaya devam etmeye çalışıyorum. Vay be...Hayatın anlamlı olduğu ve güzel olduğu tüm anlarda gözyaşı var... 20/9/2008

Equilibrium (2002)

img514/4268/equilibriumver2lg6.jpg

Bu film hissi anlatmaktadır.

Temel felsefi bir soru var burada. İnsan neden varolmalı? Hisleri attığımızda sadece "varolmak için varolmak" gibi bir yanıtla karşı karşıya kalıyoruz. Hep bir amaç sorgulaması yaparız. Bunu farkında olarak yapanlar düşünürler olarak tanımlansa da günlük hayatın akışı içinde kaybolmuş bile olsa her insanda bu sorgulama vardır. Yeşil mi yoksa mavi mi tişört alayım kararını veren insan bile bu kararını kâh kendini diğer insanların gözünden değerlendirerek yakışıp yakışmayacağına karar verir, kâh iş yerinden daha fazla itibar görmek isteyen bir kişin aksi durumda içi içini kemirir. Amaç tanımlamaları küçük eylemlerde farkında olunmadan yapılır. Filmde söylendiği gibi hissetmek bir amaç olabilir mi? Bence olamaz. Çünkü bu bir oluş biçimidir. Zaten vardır ve bunu filmdeki gibi ilaçla yok edemezsiniz. Sevmek bir amaç olamaz. Amaç olsaydı istediğimizi sever istediğimizden nefret ederdik. Ama hislerimize hâkim olamadığımız bence çok açıktır. Çünkü hisler mantıktan ayrıdır ve tamamen kontrol dışıdır. İnsanoğlunun anlaşılmaz oluşunun sebebi de budur zaten. İnsanın hisleri bu hayatı "kötüye" ve acıya götürecekse bunun önünde durmaya çalışmanın bir anlamı olmadığını düşünüyorum. Biz buyuz işte... İnsanın asıl acısının kaynağının bu anlaşılmaz hisler ile mantığın bir türlü uyuşmaması olduğunu düşünmüşümdür hep. Bir şarkı dinlersiniz ve hüzünlenirsiniz. Ya da mutlu olursunuz. Bu içten gelen sizin karar veremediğiniz bir şeydir. Sizin karar verebileceğiniz tek şey müziği açmak ya da açmamaktır.

Film insanlardaki hislerin tamamen yok edilmesi durumunda insanlığın barışa ulaşacağını savunan bir grubun kontrolü ele alışını anlatıyor. Madem insan olmak acıyı beraberinde getiriyor o halde bizi insan yapan en temel öğeyi yok edelim ve barış içinde yaşayalım... Böyle söyleyince savaşlar sanki daha bir güzel görünüyor insanın gözüne... Hallaç-ı Mansur "Neden bu hayat kötü ve acı" sorusuna cevap ararken bir tanesi "bu şeyler sana göre acı ve kötü. Asılılarının ne olduğuna bütün bunlar bittiğinde karar vermek lazım" denmiş ya... O hesap biraz da...

Öyle bir varlığız ki hem kendimize acı çektiriyoruz hem de “neden böyle?” diye soruyoruz. Tedavi edilmesi gereken hastalar mıyız acaba? Bilerek mi eksik yaratıldık ki acı çekelim?

Özgürlük sadece hislerde varolan bir şeydir savımın kesin kanıtıdır bu film. Hisler olmasaydı hiçbir şeyin anlamı olmayacağı gibi özgür olmanın hiçbir anlamı olmazdı.
29/7/2008

Awakings (1990)

img514/3079/mv5bmtmwmte3mdgxnf5bml5pw1.jpg


spoilers.gif Yorum ilk cümleden itibaren Spoiler içermektedir. spoilers.gif

30 yıldır bir felçli gibi yatağında yatan bir insan uyandığında yaşamayı istiyor. Ama karşısında nasıl yaşayabileceğini ve nasıl yaşaması gerektiğini söyleyen bir dünya ile karşılaşıyor. Onun tek başına dolaşmasına izin verilmeli miydi verilmemeliydi konusu üzerinde konuşulabilecek ve her konuşanın da haklı çıkacağı bir konu. Ama ben empati kurduğumda ya da Leonard’ın hastalığından uyanışını bir insanın doğuşu ile özdeşleştirdiğimde iki durum arasında çok fazla fark olmadığını düşünüyorum. Leonard bir rüyada olduğunu düşündüğünü söylüyor. Ne zaman rüyada olmadığını anladığı soruluğunda “ilk anlaşıldığım zaman” diyor. Çok kilit bir cümle… Biz, bizi anlayan diğer insanların varlığı kadar varız. Ya da anlama ihtimalini hayal edebildiğimiz kadar… Kendimiz için çizilen sınırlara isyan ederken diğerleri için çizdiğimiz anlamsız sınırları görmezden geliyoruz. Nasıl yaşanması gerektiği konusunda belli bir zamana kadar hep düşünmüşümdür. Ve bu konudaki kitapları da bu hesaba dahil ettim… İster dini ister psikolojik tüm hepsinde “anı yaşamaktan” ve elindekilerin kıymetini bilmekten bahsedildiğini gördüm. Bu yeni bir şey değil… Hemen herkes bunu biliyor ve söylüyor… Ama neden etkili olmuyor? Bence kabul etmemiz gereken çok temel bir varsayım var. Basit bir yaşamın içindeyiz. Basit seçimler yapıyoruz. Basit yaşıyoruz. Büyük bir çoğunluğumuz öldüğümüzden bir süre sonra hiç yaşamamış gibi olacak. Bence insanın en büyük acı kaynağı burada yatıyor. Basit olduğumuzu kabul etmiyoruz.

Leonard’ın annesi hakkında da bir şey söylemek istiyorum. Yıllar boyunca evladının yanında olmuş bir anne… Ama Leonard’ın ona ihtiyaç duymama ihtimali karşısında yaşadığı paniğin resmedilmesi güzeldi. Leonard’ın kendi bilinci olmasına rağmen onun ilaçlarını kesmeyi eski haline dönmesini istemesi de bu “bencilliğin” belki de bir ispatıydı. İçinde kişisel çıkar yatmayan bir iyiliğin varolabileceğine inananlardan mısınız?


Birkaç cümleyi aynen aktarmak istiyorum:

“İnsanlar yaşamın gerçek anlamını unutmuş. Yaşıyor olmanın anlamını… Ellerindekinin ve kaybedebileceklerinin ne olduğunu onlara hatırlatmalıyız. Benim hissettiğim, yaşama sevinci,
yaşam armağanı, yaşama özgürlüğü!

Lütfen, kendine bir bak. Hayır, sen kendine bak! Benim hastalığım var. Hastalık beni bu dünyadan aldı ve geri dönmek için savaştım. 30 yıl savaştım ve hala savaşıyorum. Ama sen...
Hiçbir özrün yok. Sen korkak ve hiçbir şeyi olmayan yalnız birisin! Hayatın, hiç birşeyin yok!
Asıl uyuyan sensin.

Sorunlu olan biz değiliz, onlar. Krizde olan biz değiliz, onlar! Biz en kötüyü yaşadık ve kurtulduk.Onlarsa korkuyorlar.Çünkü bunu biliyorlar.Biliyorlar! Biliyorlar! Çünkü biz...onlara -- cevabını bilmedikleri -- bir sorun olduğunu hatırlatıyoruz. Bunu farkedip sorunu görene kadar iyileştirmeleri mümkün değil.Bir sorun olduğunu ve bunun biz olmadığımızı kabul edene kadar.Sorun biz değiliz, sorun onlar!”



Film öyle aman aman bir film değil.Çok büyük beklenti içine girmeyiniz. 2 usta oyuncu var. Bir tanesi sürekli olarak bu tür doktor rolleri oynayan Robin Williams diğeri her rolün üstadı Robert De Niro… Bu tür hastalıklı rollerin ne kadar iyi oynandığı hakkında hüküm vermek zordur. Ben DeNiro’nun fazla abartmadan çok kararında bu rolün üstesinden geldiğini düşünüyorum. Filme 7/10 veriyorum. Normal bir film olarak izlenmesi durumunda çok fazla katkı yapmayacak ancak bir sorgulamanın resmedilişi olarak izlendiğinde çarpıcı bulabilceğiniz bir film… 29/7/2008

The Shining (1980)

80li yılların korku filmlerini severim. Günümüzün sözde korku filmleri gibi kapıyı açınca “böööö” şeklinde ses efektiyle ürküten(!) ya da Saw türünden iğrendiren ama korkutmayan filmlerden çok daha farklı oluyorlar. Yavaş yavaş geriyor ve koltuğunuza gömülüyorsunuz. (The Ring ve 6. His bu türün günümüzdeki ender güzel örneklerindendir.) Bir yandan “vursana kafasına” diyor diğer yandan “kaçmak lazım ama nereye?” diyerek kurban gibi kapana kısıldığınızı hissediyorsunuz. Alelade bir baba oğul konuşması bile fondaki müzik sayesinde kalp atışlarınızı hızlandıracak kadar gerebiliyor. Ya da pencereden güneş ışınları süzülürken çekilen sahneler bile korkutmada etkili olabiliyor. Yönetmenlik dehası böyle bir şey olmalı. Otele girilen ilk andan itibaren yaratılan atmosfer insanı içine alıyor. Tabi ben böyle izledim diye herkes için böyle olacak değil. Birçok kere şahit olmuşumdur, arkadaşları ile bir yandan geyik muhabbeti ederek bu tür filmleri izlemiş ve beğenmemiş olanların olumsuz yorumlarına… Bu tür bir filmden zevk almak istiyorsanız kendinizi etkiye açık tutmalısınız.
forum resmi


Gererek korkutan korku filmlerinde çocuklar çok iş yapıyor. Sanırım bu psikoloji ile alakalı bir şey. Her kavram gibi iyi- kötü de ancak diğerinin varlığı ile tanımlanabildiğinden küçük çocuk ne kadar masum olursa kötü olan o kadar korkutucu olabiliyor. Filmin kurgusu ve senaryosu hakkında çok fazla bir şey söylemeye gerek yok. Gerilim romanları bana hitap etmediğinden Stephan King de okumam. Bu yüzden kitaba sadık kalınmış mı ne kadar kitabı yansıtmış geyiğine giremeyeceğim. Geyik diyorum çünkü sinema ile edebiyat birbirinden ayrı dallar olduğu için kıyaslamayı çok anlamsız buluyorum. Bir kitabı okurken anlatılanlar için olan en iyi hayali kurarsınız. Doğal olarak gerçekleşen şey asla hayalden iyi olmaz. Ben hiç kitaptan daha iyi film olmuş denildiğine şahit olmadım. E ne diye kıyaslıyoruz o halde?

Jack Nicholson muhteşem bir oyunculuk sergilemiş. Nicholson’ı severim ama genelde oyunculuğunu abartılı bulurum. Burada ise abartı cuk diye oturmuş. O yüz ifadesini öğlen güneşli bir havada yolda görsem tırsarım.

Çocuğun annesi Wendy krakteri için de Shelley Duvall seçimi çok yerinde olmuş. Biraz saf, biraz anne, biraz boyun eymeyen… Mimiklerinde o gerilimi hissedebiliyorsunuz.

Ben film yorumlarında senaryoyu anlatmayı pek sevmiyorum. Yani “Jack bir yazardı. Ailesiyle bir otele gitti. Orda çocuğuna baş aşçı dondurma verdi” türünden anlatımları filmle ilgili olarak hemen hemen her yerde bulunabilecek bilgiler olduğu için yorumlarda yer vermeyi çok fazla sevmiyorum.

Her Kubrick filminde olduğu gibi yönetmen hakkında konuşmadan ve tartışmadan olmaz. Sevenlerin bayıldığı sevmeyenlerin izlemeye dayanamadığı tam anlamıyla kült bir yönetmen. Saydım 8 tane filmi IMDB top 250deydi. Çektiği film sayısını düşünürsek bu, bıraktığı etkiyi açıkça ortaya koyuyor. Ben bu filme kadar çok bayıldığım bir filmini izlemedim. Bu yüzden ille safımı belli edeceksem galibiyete kimin yaklaştığını beklemeyi tercih ederim. tongue.gif

8,5/10 22/7/2008

Amélie (2001)


Çok basit bir hayat tasviri ile başlıyor film.(Basit olan tasvir mi yoksa hayatın tam kendisi mi bunun kararını siz verin.) Her gün olan ama asla dikkat etmediğimiz kayda değer bulmadığımız bir sineğin kanat çırpışı ya da rüzgârın esişi… Bizler çok müthiş bir hayat yaşama arzusu içindeyiz ya… Bu tür günlük yaşamın hikâyeleri bizi kesmiyor! Hayat dediğimiz şey tam ortasında olduğumuz bu basitliklerin etrafında dönüyor ve biz bunu kabul etmiyoruz. Hep başka bir şeylerin peşinde bazen kendi bazen de başkalarının hayatlarını küçümseyerek burun kıvırarak yaşıyoruz. “Nasıl yaşamalı” sorusuna cafcaflı cevaplar veriyor kendi tanımlamalarımız fildişi kulelerimizden yapıyoruz. Bu soruya verilen cevaplar öylesine korkunç bir hal alıyor ki, kendi cevaplarımızın yetersizlikleri karşısında kendi cevaplarımızı başkalarına dayatarak yaşamayı seçiyoruz. Bu uğurda savaşlar yapıyor kan döküyoruz. Basit olmayı kabul etmediğimiz için diğerlerini basitlikle suçluyoruz. Hiçbirimiz kendimize gerçekten neyi sevip neyi sevmediğimizi sormuyoruz. Bu soruların cevaplarını bildiğimizden eminiz. Önemsiz bunlar. Amélie’de bir insanı tanıtmak için mesleğinden, nereli olduğundan evli olup olmadığından ya da ideallerinden bahsetmiyor. Neleri sevip neleri sevmediğini en basit şekilde anlatıyor. Sanırım bu yüzden de insanın içine işliyor. Kendini kıyaslamıyorsun kahramanla. Kendi cevaplarını sorguluyorsun sadece.

Amelie’nin çok fazla arkadaşı olmamış.Bu sayede onun iç dünyası zenginleşmiş. Filmdeki tabirle “yalnızlıklara kaçmasının” sebebi de sanırım bu iç zenginliğine karşın insan ilişkilerindeki yavanlık. Onun bu hayatta önemsedikleri ile diğerlerinin önemsedikleri arasında çok büyük farklar var. Küçük bir çocuğun hazinesini bulduğunda sevinmesinin sebebini düşündünüz mü? Bence bunun sebebi küçük ve basit şeylerden mutlu olabilme yeteneğini bir başka insanda daha görebilmesiydi. Yani o küçük kutunun sahibinin onu büyük bir hazineymiş saklamasına hayran oldu. Bir anlamda yalnız olmadığını anladı. Belki de sadece bir an için…

İnsanların yaşama ezberini bozuyor Amélie. Hem de bunu en basit şekilde yapıyor. Düşünmeden ve sadece gerekli olduğu düşünüldüğü için yapılan eylemleri sorguluyor. Sorgulamak değil de, belki sadece farkına varmak… Yaşadığının farkına varmak. Varolmak… İnsanlarda yaptığı bence bu…

Benim kendimce tekrarlayıp durduğum “hayalinden daha güzel bir gerçek tanımadım” cümlemin bir başka versiyonu sanki. Hayalleri çalınmış insanlara ne yaşadıklarının farkındalığını vermeye çalışırken kendi hayal dünyasında yaşamayı ve gerçeklerle yüzleşmemeyi tercih ediyor. Belki de hayal kırıklığına uğramaktan bıkıp usanmıştır.

Bu film hakkında esaslı bir eleştiri-inceleme-yorum bulamadım. Benim gözümden kaçmış olma ihtimali bir yana bu filmi sevenlerin birçoğunun sevmesinin sebebini çok fazla açıklayamadığını düşünüyorum. Yaşama sevinci veren bir film olarak yorumlanıyor ve bırakılıyor.

Bu filmi izledikten sonra “hayatımda Amélie gibi biri neden yok” diye soranlar bu filmden hiçbir halt anlamamış kişilerdir. Bunu söylüyorum çünkü bu filme dair en fazla rastladığım cümle bu oldu.

Bu filmi 2001 yılında sinemada izlemiştim. O zamandan bu yana 3-4 kez daha izlemişimdir. Bu akşam yine izledim ve benim için tüm zamanların en iyi filmi olan bu film hakkında bir yorum yazmaya karar verdim. Sinema dili denen şeyin gerçek manasıyla kendisine has bir şekilde barındıran bir film. Tereddütsüz 10/10
18/7/2008

Rahatım

Uzun zamandır Sezen Aksu dinlemediğimi farkettim. Nasılda salmışım her şeyi... En sevdiğim hisleri yaşamak bile anlamsız gelir olmuş. Karamsarlık ya da aşırı bir mutluluk hali yok. Olanı yaşamaktan başka çaremin olmadığına öyle ikna etmişim ki kendimi sadece zamanın geçmesi yetiyor benim için. Sürekli olarak aynı şeyleri düşünüyorum sanki. Kendimce kafayı taktığım şeylerin saçmalığını bile bile yaşıyorum. Anlamsız gelen onca şeyin ötesinde bir arayışım da kalmadı. Çok komik geliyor bana bu hayat. İnsanların kafayı taktıklarından tutayım da en güzel duygulara kadar hepsi komik geliyor. Yaşarken kesinlikle böyle değil. Bunları şimdi burdan görüyorum. Hayatımın çok büyük bir kısmında anlamsız ya da komik olarak nitelendirdiklerimi dibine kadar yaşıyorum. Hiç kimseden farksız bir biçimde.Geceleri pencereyi açıp soğuk havanın beni titretmesine de izin vermiyorum artık. Bunlar geçmişin mutlu anıları gibi kaldı. Sadece zaman geçiriyorum. Hayat geçiyor ve benim bununla ilgili hiç bir problemim yok. Ne büyük özlemler ne de büyük beklentiler... Farkındalık halimi cebime koydum. Unutarak öylesine yaşamak daha kolay. Kolayı seçtim galiba... Rahat olmayı... Bunda da hiç bir sorun görmüyorum.
9/6/2008

Acı senaryonun isteksiz oyuncusunun doğaçlaması

Tüm bu kederlerden, acılardan ve anlamsızlıklardan kendimi kurtarabildiğim anlar yaşıyorum sanırım zaman zaman... Böyle anların hepsinin yalnızken yaşanması esasında acıların, kederlerin ve anlamsızlıkların kaynağının diğer insanlar olduğu savını güçlendiriyor. Diğerleri kötü olduklarından falan değil. Kendi özümüzün varolma arzusunun ya da belki de daha doğrusu öne çıkma arzusunun diğerleri ile yaşarken bir türlü hakkıyla gerçekleşememesi... Kendi kendine konuşurken bile esasıında hayali birisi ile diyaloğa girersin... Ona kendini izah edersin. Numaradan sorular sorar karşı taraf... Ama esas amaç hiç değişmez...Kendi kendine konuşmadığın, diğerlerinden biriyle muhabbet ettiğin, kendini ortaya koyduğun anlarda bile için için esasında karşındaki kişiye bir şeyleri izah etmediğin, sadece umutsuzca kendini ortaya koymaya çalıştığını farkedersin. Bu farkındalık hali hayattaki hemen hemen her şey gibi hem güzel hem de acıdır.Güzelliği, lak lak eden kendine müstehzi bir bakış atan alt-üst (altı da bir üstüde bir) bilinç geliştirmendir.Acı olması ise paylaşımın hakkıyla gerçekleşemeyecek olmasını göre göre repliğini okumaya devam etmendendir. Karşındaki insanın, senin anlattıklarını hakedip haketmemesini umursamaz hale gelmişsen arkanda bıraktığın yol kayda değer demektir.Bir forumun gereksiz mesajlar bölümüne anlatırsın gönlünden geçenleri... Birilerinin bunları anlaması ya da değerlendirmesini düşünerek... Mustafa'nın anlaşılması ya da değerlendirilmesi değil konu... Bunları diğerleri ile paylaşarak kirletmek istiyorum belki de...Madem acı bu hayat, anladığım kısmı ayaklar altına alınsın... Ayaklar altına alınsın ki, diğerlerine dair olan anlamsız ümidim yok olsun...

Bu senin için bir oyundur aslında. Diğerlerinin küstahlıklarına ukalıkla cevap verirsin.Acı senaryonun isteksiz oyuncusu doğaçlama yapmaktadır. Rolüne bir şeyler katmaktan ziyade rolünü anlamaya çalışmaktadır. Neden bu rol bende, neden bir diğeri o rolde? Onun rolü olmasa benim rolüm tanımlanabilir miydi? Zaten senaryonun tamamını anlamaktan vazgeçili uzun zaman zaman oldu.Ya da rolünü beğenmeyeyim anlamadan bilmeden istediğin "daha fazlasını" istemekten vazgeçeli...

Bir zamanlar diğerleri için üzüldüğümü hatırlıyorum. Bu sanki beni daha iyi kılıyordu. Bu ahmaklıktan vazgeçtikten sonra diğerlerine acımaya başlamıştım. 5-6 ay öncesinde bundan da vazgeçtim. Bu duygular anlamsızdı. Gereksizdi.Bir anlamda başa dönerek insanların her birinin, vazgeçilmezi yaşadıklarına ve bunun nedeninin anlaşılmaz olduğuna hükmettim. Neden anlamaya çalıştığımı düşününce karşıma tek bir şey çıkıyor. Bu hayat çok acı... Acı olmasa neden böyle diye sormazdık. Söylenecek o kadar çok şey ve varılacak o kadar az yer var ki...İyinin, güzelin nasıl hiçe sayıldığına ve bunların yerine kötünün ve iğrençliğin tercih edildiğine getirilecek bir yorum yok. İnsanlarla olan diyaloglarımda olumsuzluğu hemen seziyorum. Lanet gibi bir şey aslında bu. Yüzüme gülerken bile ezildiği için kalbinden buğz edenleri... Olamadığı ve daha acısı olamayacağı bir şeyin yerine kendini koyan insanlar... Kendi acılarını yaymaya çalışıyorlar... Bunda da oldukça başarılılar. Durumun tespit edilmesi mi, yoksa durumun bu kadar acı olması mı... Sevgi denilen kelime olmasa belki de her şey daha farklı olurdu.İnsanlar sevgiye inanmasaydı belki de onun adına daha az acı çeker ve çektirirlerdi... 25/5/2008

İçimdeki Ben ne diyor?

Nasılı nedeni yok artık. Bir amaç yok. Sadece nefes alıp verip doğduğumdan itibaren bana öğretilen ve yapmam beklenilen şeyleri otomatik olarak yapıyorum. Ne yapmak istediğimin ya da ne hissettiğimin bir önemi yok. Nereye varacağını bu işin düşünmüyorum bile artık. Sadece yaşıyorum bir anlam taşımasını ümit ederek. İnsanlarla olan diyaloglarımda asla şu an bu satırları yazan Mustafa olmuyor. Olması da mümkün değil. O kadar fazla hüsrana uğradım ki bu anlamda, kendi başıma üstlendiğim rolleri oynadığım zamanlar hariç gömdüm içime kendimi. Bir oyun haline dönüştürdüm. Yaşarken gözlerimi buğulandırmayan şeyleri şimdiki ben düşününce için için eziliyorum. İnsanlardan bir şey beklemiyorum artık. Aşağılık kompleksli mahlûkların düşündüğü gibi onları hor gördüğümden ve kendimi anlaşılmaz ve ulaşılmaz bulduğumdan değil. Hiç kimse kimseye derman olamıyor. Bunun lafazanlığını yapanların öttüğü şekilde değil, acısını çekerek öğrendim ben. Arkadaşla (bunları konuşabildiğim belki de tek kişidir) bunları konuşurken bana dedi; “iyi de sen bunları söylüyorsun ama geriye hiçbir şey kalmıyor. Her şeyi silip atıyorsun.” Aynen öyle… Hiçbir şey kalmadı. İyi-kötü tanımlamasını yok ettiğimden beri geriye hiçbir şey kalmadı. Ne özlem kaldı, ne pişmanlık, ne de eskiden tanımladığım şekliyle hüzün… İnce bir sızı sadece… Öylesine boğulmak istiyorum ki hayat rutinime… Zaman hızlı akıyor böylece… Bozmak istemiyorum… Böyle devam etsin diyorum… Kesintiye uğramasın. Kafamı kaldıramayayım. Dünyaya bakmayayım. Kendi küçücük dünyam içinde yaşayıp gideyim. Kaybolayım. Halletmem gereken tek bir şey kaldı… Özlenme, sevilme, beklenme, arzu edilme, anlaşılma türü isteklere tamamen… Ama tam anlamıyla tamamen hâkim olabilmek… Yok etmek değil. O mümkün değil. Hakim olabilmek. Kendi rolümü oynarken bu satırları yazan Mustafa’nın müstehzi bir bakış atabilmesi bu oyuna… Hayatım böyle şekillendi benim. Böyle ayrıldım insanlarla ve böyle birleştim onlarla… Yüzlerce parçaya ayrıldım ve en azından bir parçam –ince ince sızlayan parçam- gerçekten bana ait oldu. Öyle bir his ki bu hayat bana öyle güzel görünüyor ki… Seziyorum arkadaş… Güzelliği seziyorum. Tanrı hayalimde bir tebessüm var benim. Layık olup olamadığımı da düşünmeyi bıraktım. Öylesine yaşıyorum olanı… Bozulmasın istiyorum. Ama bu mümkün değil. Bedel ödenmeli. 10/4/2008

Hayat üzerine anlatılan yalanlar

Muhteşem bir hayat yaşamak zorunda değiliz. İnsanlığa çok faydalı olmak zorunda değiliz. Birilerinin hayatını hatta kendi hayatımızı estetik hale getirmek zorunda değiliz. Mutlu ve huzurlu olmak zorunda değiliz. İnançlı olmak zorunda da değiliz. İster inanın ister inanmayın sevmek ve sevilmek zorunda da değiliz. Hiçbir şeye zorunlu değiliz. Yaratılışımız böyle… Zorunluluklara göre yaşamını şekillendirenler çok fena hüsrana uğrayacaklar. Hiçbir hareketinizi zorunlu olduğunuz için gerçekleştirmeyin. Her zaman seçenekler mevcuttur. Tüm yukarda saydıklarımı zorunlu olarak gördüğünüzden değil gerçekten yapmayı istediğiniz için yapın. Var oluşunuzun getirdiği bir şey olarak görüyorsanız yapın. Özgür olun. 5/4/2008

Intolerable Cruelty (2003)

http://img371.imageshack.us/img371/8684/intolerablecrueltyzx4.jpg

Harika bir film… Daha önce izlemiştim ama bugün Türkmeneli TV’de rastlayınca bir kısmını izledim ve gece izlemek üzere karar aldım. Az önce bitti. Film müthiş eğlenceli… İlk olarak George Clooney’nin oyunculuğundan bahsetmek istiyorum. Bu tür romantik komedilere 2.sınıf muamelesi yapılmasını ve özürlü sakat depresif karakterleri oynayanlara ödül yağdırılmasına isyan ediyorum. Adam muhteşem oynamış. Rolle adeta bütünleşmiş. Hani bazı aktörler hep oynadıkları rolle hatırlanır falan ya… İşte bu rolle George Clooney eski hatıraları silecek bir oyun oynamış.Catherine Zeta-Jones’u seviyorum. Oyunculuğu güzel, kendisi daha güzel... Kadınlığının en güzel devrinde... No reservation filminde O’nu unuttuğumu anlamıştım. Ne kadar güzel bir kadın olduğunu ve ne kadar iyi bir oyuncu olduğunu hatırladım. Bu filmde her sahnede aynı duruşu sergiledi. Hiç kopukluk olmadı. Tam bir konsantrasyon… Miles’ın her şeyden vazgeçtiği o sahneye kadar olan ikili karşılaşmalardaki iki tarafın kendinden emin ve ne istediğini bilen tavırları çok güzeldi. İkili tüm diyaloglar içine alan türdendi. Mahkemede Miles’ın Marylin’in sözleri ile konuşmaya girmesi ile başlayan Marylin’in Miles’ın cümlesi ile karşılık vermesi karşısındaki ifadesi gerçekten kayda değerdi… Diyorum ya film tam bir jest, mimik ve diyalog şov sundu. Hani birisi konuşurken araya girmek istediğinizi el hareketlerinizle falan belli edersiniz ki karşı taraf sözünü uygun bir yerde kessin ve siz araya girebilin… Şu Doyle denilen sözde yağ milyoneri konuşurken Miles’ın araya girmeye çalışırkenki hallerini lütfen izleyin. Ben resmen mest oldum. Ben bir filmi tekrar izliyorsam ya diyalogları çok güzeldir ya da jest ve mimikler çok iyidir. Bu film bu açılardan oldukça tatmin ediciydi.

Marylin yağ milyoneri ile evlenirken Miles’ın Massey anlaşmasını yırtılmasından ötürü duyduğu memnuniyete gülememek imkansız. Marylin’in gerçekten aşık olmadığını ve onunla parası için evlendiğini anladığı andı. Düşünsenize… Kadın adamla parası için evleniyor diye seviniyorsunuz… :D Bir de Vegas’a gelince insanların ahlaksızlaşması muhabbeti vardı. Çevrenin insanlar üzerindeki etkisi sanırım… Herkesin kumar oynadığı bir yerde kumar oynamak insana daha az “ahlaksızca” geliyor sanırım. Hep bu yüzden diyorum değer yargılarımızla kimseyi değerlendirmemeliyiz diye… En azından ben buna inanıyorum.

Son olarak Miles’ın avukatlara hitaben yaptığı konuşmaya değinmek istiyorum. Bana bu dünyanın nereye gittiği sorusunu sordurdu. Hukuk kurallarının ya da teknolojik gelişmelerin insanoğlunu ne hale getirdiğini düşündüm. Şimdi ben ne hukukçuyum ne de bir bilim adamıyım. Sadece gözlemleyen ve yaşayan bir insanım. İnsanlığın hiç de iyi bir yere gitmediğini görmek için bence bu yeterli. Ha bir de çok iyi bir yerlerden mi geldik ki sanki sorusu var ki o da ayrı bir mevzu… Miles’ın dediği "ufak bir sevgi kıvılcımı görsek bile onu hemen çıkarımız için söndürüyoruz" sözü bence sadece boşanma işlerinde geçerli olabilecek bir örnek değil. Tüm günlük yaşam tercihlerimizde bu kıvılcımın üzerini örtüyoruz bence. Ne bileyim yanlış anlaşılır ya da güçsüz görünürüz diye sevgiyle gülümseyecekken kendimizi tutuyoruz belki… Ya da ne bileyim, birilerini davranışından ötürü beğenmemize rağmen bunu söylemiyoruz… Ben aklımdan geçen iyi şeyleri paylaşmaya çalışıyorum. Geçenlerde otobüse erken bindiğimden oturmuştum. Kadının birisi karşıdan geliyordu. İtiraf edeyim çok yaşlı ya da bebekli kadın değilse çok fazla âdetim değildir yer falan vermek. Ama kadının yüzüne baktım ve çok yorgun göründü gözüme. Kadına “oturmak ister misiniz? Çok yorgun görünüyorsunuz” dediğimde teşekkür ederkenki ses tonunu duymalıydınız. Yani yer vermek mesele değil. Orda “yorgun görünüyorsunuz” tanımlaması kilitti bence. Dikkate alındığın ve değer verildiğinin bir ifadesiydi. Var ettiğimiz anda varoluyoruz. Ne bileyim… Bence hayatı böyle yaşamak lazım… Küçük şeyler anlamlı denilip duruyor ya… Bence anlamlı olan bu hisler… Ve bence bunlar hiç de küçük şeyler değil… 23/3/2008

Awake (2007)

http://img503.imageshack.us/img503/6735/22995097375b5a39696cocf4.jpg

İzlememiş olanlar için keyif kaçırıcı şekilde spoiler içermektedir.

Sondan başlamak istiyorum film ile ilgili yorumuma... Son cümlelerin çarpıcı olmasını seviyorum. Gladyatör'ün son cümlesi de "now we are free" idi sanırım. Yanlış hatırlıyor da olabilirim...Bu filmin senaryosunu düşündüğümüzde "artık önemli olan tek şey var...O artık uyandı..." şeklinde çevirmeyi tercih ettiğim cümlesi her şeyi özetliyor... Tüm hayatı bir yanılsamadan ibaret olan ve bunu yine kendisi yapan bir insan... Babası ile ilgili gerçeği kendi zihninden silen yine kendisiydi... Sanırım esasoğlan herkesin yaptığı bir şeyi yapıyordu. Hayatında yolunda gittiğini düşündüğü bir şeyler varolduğu sürece bunları sorgulama gereksinimi duymuyordu. Babasını hep gülerken hatırlıyor, kız arkadaşının cilvelerinin ötesinde nasıl biri olduğu konusunda sorgulamaya girmiyordu. Ama kız da "O seni gerçekten seviyordu" sözü üzerine haklı bir şekilde lafı iyi yapıştırdı... "O beni hiç tanımadı ki..."Bu kızda bir problem olduğunu filmin ilk başından beri sezdim.Fazla mükemmeldi. Daha fazlasını isteme, etrafa ben bu adama sahibim mesajı vermek istemesini olağan karşılamak lazım.Tabi bu görüş filmin kilidinin çözülmesinden önce geçerliydi. Şimdi düşünüyorum da, neden kızda bir sorun olduğunu düşünmüştüm ki? Sığ mı gelmişti acaba bana? Sanırım kızın çocuktan başka bir dünyası olmaması fikri bana inandırıcı gelmedi. Bu yüzden bir şüphe doğdu. Bu arada filmin en başındaki "Anneme pat diye söyleyemem, sen onu tanımıyorsun" türünden saptamanın nedeninin ortaya konmasını bekledim ama bir türlü bu neden ortaya konmadı. Despot birisi gibi düşündürmek istenmiş gibiydi sanki...Ne bileyim "benim dediğimi yapmazsan kredi kartlarını elinden alırım" türünden klişe bir tehdit falan olasaydı en azından rahatlardım. Anneye kötü ile iyi arasında bir rol biçilmeye çalışılmış ama sanırım ortada kalınmış.

Jesica Alba dünyanın en güzel kadınıdır benim için. Cirlop gibi hatun. Sadece tebessüm ederek bakması karşılığında malını mülkünü verebileceğin türden... Ama filmdeki Sam krakteri için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Kilidin açılmadığı en baştaki kısımlar da buna dahil....Oyunculuğunu vasat olarak değerlendirmek bence iyimser bir yorum olacaktır. Hayden Christensen çok iyi bir yüze sahip. Bakışları ve yüz hatları gerçekten çok ikna edici... Oyunculuğunu da beğeniyorum bu delikanlının.

Film hoşuma gitti benim. İzlerken sıkılmadım. Akılda kalıcı bir yapısı da var. 6.5/10 20/3/2008

Özgür insan sevebilir sadece

Sadece özgür olanların sevgisi gerçektir. Ve sadece her şeyden vazgeçebilenler gerçekten özgürdür.


Şöyle bir düşünüyorum da, lise zamanları üniversiteye hazırlanmam gerektiği halde çalışmadım. Benimle aynı düzeyde olan sınıf arkadaşlarım ortaklaşa Çukurova Tıpa giderken ben 18 Fen tercihi arasında bir tek olan TM tercihi olan Maliyeye gitttim. Bir anlamda hayal kırıklığıydı aslında.Tıp istediğimden falan değil. O zamanlar da ne istediğimi bilmiyordum. O zamanlar da hiç bir şey bana yetmiyor ve anlamlı gelmiyordu. Hayal kırıklığıydı çünkü küçücük çocukkenden beri benden hep büyük bir şeyler bekledi insanlar . Hikayemi uzatabilrim. Ama işin magazinsel yanı bunlar. İlginç olan şu; insanların beklentilerine cevap vermemem bir tarafa insanlar benden büyük şeyler beklemekten vazgeçmedi. Ben küçük ve basit bir hayat istemiştim ve razıydım sanırım. Ama yine ilginç bir biçimde ben de büyük bir şeyler beklemeye devam ediyorum. Tek fark, ben artık bu "büyük şey"in maddi olmadığını anladım. Huzur ve hissi manada büyük bir şeydi bu... Şu an yaşadığım şeyi kasttetmiyorum. Daha başka bir şey. Birilerine, ne bileyim çocuğuma ve etrafımdakilere aktarabileceğim bir şey... Bunları yazmak şundan aklıma geldi. salona geçtim ve düşündüm. 3 saattir boş boş tavla oynuyorum nette. Kendimi suçlamaya hazırlanırken durdum ve "yahu iyi de yapmam gerektiği halde yapmadığım bir şey yok ki.Ne hazırlanmam gereken bir sınav var.Ne de kendimden başka birinin sorumluluğu... " Ya arkadaşlar ben hep rahat bir insan oldum. İnanmak zor gelebilr ama bende pişmanlık yoktur. Neden şöyle şöyle yapmadım diye kendimi yemem asla. Ummadığım bir şekilde hayatım hep iyiye gitti. İstediğimden daha iyisi oldu ve bu durum bana bir şekilde istemeyi bıraktırdı. İstemeyi bıraktırdı derken otomatik bir şekilde olan istemeyi kasttetmiyorum. İstemek, içinden geçirmek ve "olsaydı" demekten öte bir şeydir. Duaya dönüşen istemeyi kasttediyorum ben.

Geçenlerde bana kullanmam için iş yerinden laptop verdiler . Beklenmedik bir şeydi aslında. Ben talep etmedim. Ama laptobu alınca aklımdan "odamızdaki amir gelince laptoba ihtiyacı olacak acaba bunu geri isterler mi" gibi abuk bir düşünce geçti. Böyle şeyler gelince kendi içimde o şeyden vazgeçerim. Gitsin derim. Zira bırakmazsam beni esir eder. Yani o düşünce gelir gelmez beynimde o laptobun olmasını ya da olmamasını farksız kıldım. Sonra insanalrı düşündüm. Ne bileyim yan odada milletin masa kapma yarışını... Bunun için ağlayan bayanı...Öylesine alışmış ki insanlar kendisini sahip oldukları ile tanımlamaya... Sahiplik arttıkça kölelik artıyor. Kazanımlar onlardan vazgeçebilenler için gerçekten kazanımdır. Bunun farkında değiller. Vazgeçebilmek... "Hiçbir şey vazgeçilmez değildir" düsturunu,bunun papağanlığı yapmayı bırakıp hayatına nakşeden insanlara selam olsun. Onlar sahip olma derdinde değillerdir. Sahipliğin esareti getireceğini bilirler. Özgürdürler... Ve sadece gerçekten özgür olanlar sevebilenlerdir. Gerisinin ki birbirinin üstüne çıkmış şekilde gördüğümüz bok böceğinin aşk oyunundan daha değerli değildir. 17/3/2008

No Reservations (2007)

http://img220.imageshack.us/img220/1857/noreservationshv5.jpg
Catherine Zeta-Jones bu kadar güzel bir kadın mıydı yahu? Daha da önemlisi bu kadar iyi bir oyuncu muydu? Oyunculuğunu gerçekten çok beğendim bu filmde. Kontrol meraklısı ama çok takıntılı olmayan bir karakter yansıttı bana filmin başlarında. Her şeyi kontrol altında tutmak isteyen birçokları gibi yalnız… Yaptığı işte mükemmel olmak suretiyle belki de elde etmek için çabalamaktan korktuğu şeylerin yarattığı boşluğu doldurmak istiyor. Kimseyle yakınlaşmayıp eve geldiğinde hiç mesajının olmamasına üzülen birisi… Sanırım bu bekleyiş bize oldukça yakın… Keşfedilme arzusu… Hepimiz birer hazineyiz öyle değil mi? :pAma hazineye ulaşmak öyle kolay olmamalı değil mi? Keşfetmek isteyenlerin önüne akrepler, yılanlar ve bubi tuzakları koyarız. Zor olmak… Geçelim… Bitmez hikâye…

Güzel bir filmdi. Eğlendim ve sıkılmadım izlerken. “Atkımın üzerinde duruyorsun” muhabbetine çok güldüm. Nick karakterini oynayan Aaron Eckhart çok sırıtmadı. Nick karakterine biraz haksızlık yapılmış sanki. Çok fazla derinlemesine incelenmemiş. Derinlemesine incelemeyi bırakın yüzeysel bile incelenmemiş. Kate’in aksi bir karakter olduğu yönünde anı yaşayan biri imajımı verilmek istenmiş bilemiyorum. Ama geçmişine yönelik daha fazla şeyler anlatılsa güzel olurdu. Klişe şeyler yani. Ne bileyim, yaşlı babası ona küçükken hep ne dermiş gibi?

10/7 veriyorum. Catherine Zeta-Jones’un jest ve mimikleri için kesinlikle tekrar izleyeceğim 10/3/2008

Yoruldum ve sıkıldım

Ben bu hayata dair yıllarca okudum, düşündüm, yazdım. Düşüncelerim, çıkarımlarım muhteşem ya da tartışmaz en doğru falan değildi. Sadece...