26 Aralık 2010 Pazar
Ne istiyorsun?
10 Eylül 2010 Cuma
Geriye ne kaldı?
Marley and Me (2008)
Krakterlerin kariyerlerindeki ve ilişkilerindeki iniş çıkışlar fazla trajik hale getirilmeden ve dramatize edilmeden sunulmuş. Daha sonra bunları anlatmayı bırakarak filme adını veren köpeğin hikayesine yoğunlaşılmış. [spoiler]Sanırım yönetmen ve senarist, Marley'in (köpek demeyi bırakıp ismi ile hitap edeyim ki hayvanseverler taşlamasın) gidişine sadece John'un üzülecek olmasını yeterli bulmamış olacak ki son yaklaşana kadar sadece sorun çıkaran varlıklar olarak sunulan çocuklar filme dahil edilmiş.[/spoiler]
Şimdi şöyle düşünüyorum da bu hikayede asıl yoğunlaşılması ve üzerinde düşünülmesi gereken asıl şey neydi? Yani hayatı sorgulama ve yaşamı anlamlandırma açısından nereye bakmam gerekiyor? ("Bu filmde hayatın anlamı mı aranır?" demeyin ben Barça Madrid maçını izlerken bile bu gözle baktığım anlar olmuştur.) Bence köpeğin hikayesinden çok daha önemli şeyler vardı bu filmde en azından benim odaklandığım. Adam dışardan bakınca her şeye sahip ama arayış bir türlü bitmiyor.[spoiler] Filmin son sahnesinde patronu ile olan konuşması bile bunu gösteriyor. [/spoiler]"Neyin uğraşını veriyoruz" diye sormak lazım ama benim için olmasa da bir çoğu için bu sorunun cevabı belli sanırım.
Her neyse...Jennifer'ı hep Rachel olarak gördüm izlediğim eski filmlerinde bir Friends sever olarak.Ama burda bundan çıkmış gibiydi. Belki de filmin krakter eksenli olmayışından sadece olay eksenli oluşundandır.Bilemiyorum... Bir iki sahnedeki yüz ifadesi güzeldi.O sahne ile çok uyumluydu.
Ayrıca filmdeki mekanlar tam anlamıyla muhteşemdi.
İzlenmesen de olur filmlerden. 6/10 bile zorlama bir puan benim adıma.
Filmin sonunda bir köpekle bir insanın karşılaştırılmasını ise sadece aptalca bulduğumu söylemek istiyorum. Ne alaka? 5/5/2009
Hiçbir Şey Bilmiyorum
Her şey Bitecek
Aklımda kalan anlar...
Sonra üniversite zamanlarında yurttan fakülteye yürüdüğüm bir yaz sabahı aklımda...Varolmayı düşündüğüm ve etrafımdakilerin farkına varmaya çalıştığım bir andı. O anda da daha farklı bir şey vardı. Daha çok mutluluk gibiydi.
Sonra yine üniversite zamanlarında 3 gün boyunca içine düştüğüm müthiş boşluk mu denir ne denir bilemediğim hal var. Bir daha hiç öyle bir hal yaşamadım. Müthiş zordu. Bağlamaya çalıştığım sebepler anlamsız veya yetersizdi.
Yine üniversite zamanlarında bir akşam, hasta olduğunu söyleyen ve bir gece yarısı doktora gitmek isteyen 2-3 yaşındaki ufaklık kucağımdayken arabada çalan "Yusufu kaybettim" şarkısı...Hiçbir şeye ve kimseye öyle sarılmadım ben.O his aşk değilse başka ne olabilir bilemiyorum.
Yurt balkonunda arkadaşlarla çay içerken esen rüzgarı da asla unutmam. Gözümü kapattım ve her zaman yaptığım gibi rüzgarın beni alıp götürdüğünü, yavaş yavaş toz olduğumu, sonra da tamamen yokolup rüzgara karıştığımı düşünmeye başladım. İster inanın ister inanmayaın o an ben gerçekten yokoldum. Aynı rüyamda yaşadığım uçma hissini yaşadım.Gerçekten bir an yokoldum.
Sonra işsiz olduğum dönemde babaannemin evinde tek başıma yaşarken bir gece yarısı Tanrı'ya ettiğim isyan geliyor aklıma. Çok uzun bir süre bunun ezikliğini yaşadım. O an da aklımdan hiç silinmeyen bir andır.
Çok fazla şey yok galiba, aklıma başka anlar geliyor ama yukarıda saydıklarım kadar olmadı hiç biri. Bu saydığım anlar sanki benim için bir anlam ve kıyas merkezleri.Yaşadığım ve yaşayacağım bir çok anları bunlarla kıyasladım ve kıyaslayacağım gibi geliyor. 17/12/2008
Soframda neden havyar yok!
Bu konuda somut örnek vermek istemiyorum. Çok komik kalacak çünkü. Hem örnek vermezsem ve de kimse anlamazsa sanki büyük laf etmiş gibi olmanın hazzını da yaşayabilirim :D Diyeceğim o ki, yemek yiyin ama sofrada havyar olmamasının sebebini başka bir yerlerde aramayın.
Ölümü istemek değil benimkisi...
İşte böyle...
Neden?
Yaşa!
Varoluşuma râm olurum
Hissettiklerim
Keyfe keder
Equilibrium (2002)
Temel felsefi bir soru var burada. İnsan neden varolmalı? Hisleri attığımızda sadece "varolmak için varolmak" gibi bir yanıtla karşı karşıya kalıyoruz. Hep bir amaç sorgulaması yaparız. Bunu farkında olarak yapanlar düşünürler olarak tanımlansa da günlük hayatın akışı içinde kaybolmuş bile olsa her insanda bu sorgulama vardır. Yeşil mi yoksa mavi mi tişört alayım kararını veren insan bile bu kararını kâh kendini diğer insanların gözünden değerlendirerek yakışıp yakışmayacağına karar verir, kâh iş yerinden daha fazla itibar görmek isteyen bir kişin aksi durumda içi içini kemirir. Amaç tanımlamaları küçük eylemlerde farkında olunmadan yapılır. Filmde söylendiği gibi hissetmek bir amaç olabilir mi? Bence olamaz. Çünkü bu bir oluş biçimidir. Zaten vardır ve bunu filmdeki gibi ilaçla yok edemezsiniz. Sevmek bir amaç olamaz. Amaç olsaydı istediğimizi sever istediğimizden nefret ederdik. Ama hislerimize hâkim olamadığımız bence çok açıktır. Çünkü hisler mantıktan ayrıdır ve tamamen kontrol dışıdır. İnsanoğlunun anlaşılmaz oluşunun sebebi de budur zaten. İnsanın hisleri bu hayatı "kötüye" ve acıya götürecekse bunun önünde durmaya çalışmanın bir anlamı olmadığını düşünüyorum. Biz buyuz işte... İnsanın asıl acısının kaynağının bu anlaşılmaz hisler ile mantığın bir türlü uyuşmaması olduğunu düşünmüşümdür hep. Bir şarkı dinlersiniz ve hüzünlenirsiniz. Ya da mutlu olursunuz. Bu içten gelen sizin karar veremediğiniz bir şeydir. Sizin karar verebileceğiniz tek şey müziği açmak ya da açmamaktır.
Film insanlardaki hislerin tamamen yok edilmesi durumunda insanlığın barışa ulaşacağını savunan bir grubun kontrolü ele alışını anlatıyor. Madem insan olmak acıyı beraberinde getiriyor o halde bizi insan yapan en temel öğeyi yok edelim ve barış içinde yaşayalım... Böyle söyleyince savaşlar sanki daha bir güzel görünüyor insanın gözüne... Hallaç-ı Mansur "Neden bu hayat kötü ve acı" sorusuna cevap ararken bir tanesi "bu şeyler sana göre acı ve kötü. Asılılarının ne olduğuna bütün bunlar bittiğinde karar vermek lazım" denmiş ya... O hesap biraz da...
Öyle bir varlığız ki hem kendimize acı çektiriyoruz hem de “neden böyle?” diye soruyoruz. Tedavi edilmesi gereken hastalar mıyız acaba? Bilerek mi eksik yaratıldık ki acı çekelim?
Özgürlük sadece hislerde varolan bir şeydir savımın kesin kanıtıdır bu film. Hisler olmasaydı hiçbir şeyin anlamı olmayacağı gibi özgür olmanın hiçbir anlamı olmazdı. 29/7/2008
Awakings (1990)


30 yıldır bir felçli gibi yatağında yatan bir insan uyandığında yaşamayı istiyor. Ama karşısında nasıl yaşayabileceğini ve nasıl yaşaması gerektiğini söyleyen bir dünya ile karşılaşıyor. Onun tek başına dolaşmasına izin verilmeli miydi verilmemeliydi konusu üzerinde konuşulabilecek ve her konuşanın da haklı çıkacağı bir konu. Ama ben empati kurduğumda ya da Leonard’ın hastalığından uyanışını bir insanın doğuşu ile özdeşleştirdiğimde iki durum arasında çok fazla fark olmadığını düşünüyorum. Leonard bir rüyada olduğunu düşündüğünü söylüyor. Ne zaman rüyada olmadığını anladığı soruluğunda “ilk anlaşıldığım zaman” diyor. Çok kilit bir cümle… Biz, bizi anlayan diğer insanların varlığı kadar varız. Ya da anlama ihtimalini hayal edebildiğimiz kadar… Kendimiz için çizilen sınırlara isyan ederken diğerleri için çizdiğimiz anlamsız sınırları görmezden geliyoruz. Nasıl yaşanması gerektiği konusunda belli bir zamana kadar hep düşünmüşümdür. Ve bu konudaki kitapları da bu hesaba dahil ettim… İster dini ister psikolojik tüm hepsinde “anı yaşamaktan” ve elindekilerin kıymetini bilmekten bahsedildiğini gördüm. Bu yeni bir şey değil… Hemen herkes bunu biliyor ve söylüyor… Ama neden etkili olmuyor? Bence kabul etmemiz gereken çok temel bir varsayım var. Basit bir yaşamın içindeyiz. Basit seçimler yapıyoruz. Basit yaşıyoruz. Büyük bir çoğunluğumuz öldüğümüzden bir süre sonra hiç yaşamamış gibi olacak. Bence insanın en büyük acı kaynağı burada yatıyor. Basit olduğumuzu kabul etmiyoruz.
Leonard’ın annesi hakkında da bir şey söylemek istiyorum. Yıllar boyunca evladının yanında olmuş bir anne… Ama Leonard’ın ona ihtiyaç duymama ihtimali karşısında yaşadığı paniğin resmedilmesi güzeldi. Leonard’ın kendi bilinci olmasına rağmen onun ilaçlarını kesmeyi eski haline dönmesini istemesi de bu “bencilliğin” belki de bir ispatıydı. İçinde kişisel çıkar yatmayan bir iyiliğin varolabileceğine inananlardan mısınız?
Birkaç cümleyi aynen aktarmak istiyorum:
“İnsanlar yaşamın gerçek anlamını unutmuş. Yaşıyor olmanın anlamını… Ellerindekinin ve kaybedebileceklerinin ne olduğunu onlara hatırlatmalıyız. Benim hissettiğim, yaşama sevinci,
yaşam armağanı, yaşama özgürlüğü!
Lütfen, kendine bir bak. Hayır, sen kendine bak! Benim hastalığım var. Hastalık beni bu dünyadan aldı ve geri dönmek için savaştım. 30 yıl savaştım ve hala savaşıyorum. Ama sen...
Hiçbir özrün yok. Sen korkak ve hiçbir şeyi olmayan yalnız birisin! Hayatın, hiç birşeyin yok!
Asıl uyuyan sensin.
Sorunlu olan biz değiliz, onlar. Krizde olan biz değiliz, onlar! Biz en kötüyü yaşadık ve kurtulduk.Onlarsa korkuyorlar.Çünkü bunu biliyorlar.Biliyorlar! Biliyorlar! Çünkü biz...onlara -- cevabını bilmedikleri -- bir sorun olduğunu hatırlatıyoruz. Bunu farkedip sorunu görene kadar iyileştirmeleri mümkün değil.Bir sorun olduğunu ve bunun biz olmadığımızı kabul edene kadar.Sorun biz değiliz, sorun onlar!”
Film öyle aman aman bir film değil.Çok büyük beklenti içine girmeyiniz. 2 usta oyuncu var. Bir tanesi sürekli olarak bu tür doktor rolleri oynayan Robin Williams diğeri her rolün üstadı Robert De Niro… Bu tür hastalıklı rollerin ne kadar iyi oynandığı hakkında hüküm vermek zordur. Ben DeNiro’nun fazla abartmadan çok kararında bu rolün üstesinden geldiğini düşünüyorum. Filme 7/10 veriyorum. Normal bir film olarak izlenmesi durumunda çok fazla katkı yapmayacak ancak bir sorgulamanın resmedilişi olarak izlendiğinde çarpıcı bulabilceğiniz bir film… 29/7/2008
The Shining (1980)


Amélie (2001)
Amelie’nin çok fazla arkadaşı olmamış.Bu sayede onun iç dünyası zenginleşmiş. Filmdeki tabirle “yalnızlıklara kaçmasının” sebebi de sanırım bu iç zenginliğine karşın insan ilişkilerindeki yavanlık. Onun bu hayatta önemsedikleri ile diğerlerinin önemsedikleri arasında çok büyük farklar var. Küçük bir çocuğun hazinesini bulduğunda sevinmesinin sebebini düşündünüz mü? Bence bunun sebebi küçük ve basit şeylerden mutlu olabilme yeteneğini bir başka insanda daha görebilmesiydi. Yani o küçük kutunun sahibinin onu büyük bir hazineymiş saklamasına hayran oldu. Bir anlamda yalnız olmadığını anladı. Belki de sadece bir an için…
İnsanların yaşama ezberini bozuyor Amélie. Hem de bunu en basit şekilde yapıyor. Düşünmeden ve sadece gerekli olduğu düşünüldüğü için yapılan eylemleri sorguluyor. Sorgulamak değil de, belki sadece farkına varmak… Yaşadığının farkına varmak. Varolmak… İnsanlarda yaptığı bence bu…
Benim kendimce tekrarlayıp durduğum “hayalinden daha güzel bir gerçek tanımadım” cümlemin bir başka versiyonu sanki. Hayalleri çalınmış insanlara ne yaşadıklarının farkındalığını vermeye çalışırken kendi hayal dünyasında yaşamayı ve gerçeklerle yüzleşmemeyi tercih ediyor. Belki de hayal kırıklığına uğramaktan bıkıp usanmıştır.
Bu film hakkında esaslı bir eleştiri-inceleme-yorum bulamadım. Benim gözümden kaçmış olma ihtimali bir yana bu filmi sevenlerin birçoğunun sevmesinin sebebini çok fazla açıklayamadığını düşünüyorum. Yaşama sevinci veren bir film olarak yorumlanıyor ve bırakılıyor.
Bu filmi izledikten sonra “hayatımda Amélie gibi biri neden yok” diye soranlar bu filmden hiçbir halt anlamamış kişilerdir. Bunu söylüyorum çünkü bu filme dair en fazla rastladığım cümle bu oldu.
Bu filmi 2001 yılında sinemada izlemiştim. O zamandan bu yana 3-4 kez daha izlemişimdir. Bu akşam yine izledim ve benim için tüm zamanların en iyi filmi olan bu film hakkında bir yorum yazmaya karar verdim. Sinema dili denen şeyin gerçek manasıyla kendisine has bir şekilde barındıran bir film. Tereddütsüz 10/10 18/7/2008
Rahatım
Acı senaryonun isteksiz oyuncusunun doğaçlaması
İçimdeki Ben ne diyor?
Hayat üzerine anlatılan yalanlar
Intolerable Cruelty (2003)
Harika bir film… Daha önce izlemiştim ama bugün Türkmeneli TV’de rastlayınca bir kısmını izledim ve gece izlemek üzere karar aldım. Az önce bitti. Film müthiş eğlenceli… İlk olarak George Clooney’nin oyunculuğundan bahsetmek istiyorum. Bu tür romantik komedilere 2.sınıf muamelesi yapılmasını ve özürlü sakat depresif karakterleri oynayanlara ödül yağdırılmasına isyan ediyorum. Adam muhteşem oynamış. Rolle adeta bütünleşmiş. Hani bazı aktörler hep oynadıkları rolle hatırlanır falan ya… İşte bu rolle George Clooney eski hatıraları silecek bir oyun oynamış.Catherine Zeta-Jones’u seviyorum. Oyunculuğu güzel, kendisi daha güzel... Kadınlığının en güzel devrinde... No reservation filminde O’nu unuttuğumu anlamıştım. Ne kadar güzel bir kadın olduğunu ve ne kadar iyi bir oyuncu olduğunu hatırladım. Bu filmde her sahnede aynı duruşu sergiledi. Hiç kopukluk olmadı. Tam bir konsantrasyon… Miles’ın her şeyden vazgeçtiği o sahneye kadar olan ikili karşılaşmalardaki iki tarafın kendinden emin ve ne istediğini bilen tavırları çok güzeldi. İkili tüm diyaloglar içine alan türdendi. Mahkemede Miles’ın Marylin’in sözleri ile konuşmaya girmesi ile başlayan Marylin’in Miles’ın cümlesi ile karşılık vermesi karşısındaki ifadesi gerçekten kayda değerdi… Diyorum ya film tam bir jest, mimik ve diyalog şov sundu. Hani birisi konuşurken araya girmek istediğinizi el hareketlerinizle falan belli edersiniz ki karşı taraf sözünü uygun bir yerde kessin ve siz araya girebilin… Şu Doyle denilen sözde yağ milyoneri konuşurken Miles’ın araya girmeye çalışırkenki hallerini lütfen izleyin. Ben resmen mest oldum. Ben bir filmi tekrar izliyorsam ya diyalogları çok güzeldir ya da jest ve mimikler çok iyidir. Bu film bu açılardan oldukça tatmin ediciydi.
Marylin yağ milyoneri ile evlenirken Miles’ın Massey anlaşmasını yırtılmasından ötürü duyduğu memnuniyete gülememek imkansız. Marylin’in gerçekten aşık olmadığını ve onunla parası için evlendiğini anladığı andı. Düşünsenize… Kadın adamla parası için evleniyor diye seviniyorsunuz… :D Bir de Vegas’a gelince insanların ahlaksızlaşması muhabbeti vardı. Çevrenin insanlar üzerindeki etkisi sanırım… Herkesin kumar oynadığı bir yerde kumar oynamak insana daha az “ahlaksızca” geliyor sanırım. Hep bu yüzden diyorum değer yargılarımızla kimseyi değerlendirmemeliyiz diye… En azından ben buna inanıyorum.
Son olarak Miles’ın avukatlara hitaben yaptığı konuşmaya değinmek istiyorum. Bana bu dünyanın nereye gittiği sorusunu sordurdu. Hukuk kurallarının ya da teknolojik gelişmelerin insanoğlunu ne hale getirdiğini düşündüm. Şimdi ben ne hukukçuyum ne de bir bilim adamıyım. Sadece gözlemleyen ve yaşayan bir insanım. İnsanlığın hiç de iyi bir yere gitmediğini görmek için bence bu yeterli. Ha bir de çok iyi bir yerlerden mi geldik ki sanki sorusu var ki o da ayrı bir mevzu… Miles’ın dediği "ufak bir sevgi kıvılcımı görsek bile onu hemen çıkarımız için söndürüyoruz" sözü bence sadece boşanma işlerinde geçerli olabilecek bir örnek değil. Tüm günlük yaşam tercihlerimizde bu kıvılcımın üzerini örtüyoruz bence. Ne bileyim yanlış anlaşılır ya da güçsüz görünürüz diye sevgiyle gülümseyecekken kendimizi tutuyoruz belki… Ya da ne bileyim, birilerini davranışından ötürü beğenmemize rağmen bunu söylemiyoruz… Ben aklımdan geçen iyi şeyleri paylaşmaya çalışıyorum. Geçenlerde otobüse erken bindiğimden oturmuştum. Kadının birisi karşıdan geliyordu. İtiraf edeyim çok yaşlı ya da bebekli kadın değilse çok fazla âdetim değildir yer falan vermek. Ama kadının yüzüne baktım ve çok yorgun göründü gözüme. Kadına “oturmak ister misiniz? Çok yorgun görünüyorsunuz” dediğimde teşekkür ederkenki ses tonunu duymalıydınız. Yani yer vermek mesele değil. Orda “yorgun görünüyorsunuz” tanımlaması kilitti bence. Dikkate alındığın ve değer verildiğinin bir ifadesiydi. Var ettiğimiz anda varoluyoruz. Ne bileyim… Bence hayatı böyle yaşamak lazım… Küçük şeyler anlamlı denilip duruyor ya… Bence anlamlı olan bu hisler… Ve bence bunlar hiç de küçük şeyler değil… 23/3/2008
Awake (2007)

Jesica Alba dünyanın en güzel kadınıdır benim için. Cirlop gibi hatun. Sadece tebessüm ederek bakması karşılığında malını mülkünü verebileceğin türden... Ama filmdeki Sam krakteri için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Kilidin açılmadığı en baştaki kısımlar da buna dahil....Oyunculuğunu vasat olarak değerlendirmek bence iyimser bir yorum olacaktır. Hayden Christensen çok iyi bir yüze sahip. Bakışları ve yüz hatları gerçekten çok ikna edici... Oyunculuğunu da beğeniyorum bu delikanlının.
Film hoşuma gitti benim. İzlerken sıkılmadım. Akılda kalıcı bir yapısı da var. 6.5/10 20/3/2008
Özgür insan sevebilir sadece
Sadece özgür olanların sevgisi gerçektir. Ve sadece her şeyden vazgeçebilenler gerçekten özgürdür.
Şöyle bir düşünüyorum da, lise zamanları üniversiteye hazırlanmam gerektiği halde çalışmadım. Benimle aynı düzeyde olan sınıf arkadaşlarım ortaklaşa Çukurova Tıpa giderken ben 18 Fen tercihi arasında bir tek olan TM tercihi olan Maliyeye gitttim. Bir anlamda hayal kırıklığıydı aslında.Tıp istediğimden falan değil. O zamanlar da ne istediğimi bilmiyordum. O zamanlar da hiç bir şey bana yetmiyor ve anlamlı gelmiyordu. Hayal kırıklığıydı çünkü küçücük çocukkenden beri benden hep büyük bir şeyler bekledi insanlar . Hikayemi uzatabilrim. Ama işin magazinsel yanı bunlar. İlginç olan şu; insanların beklentilerine cevap vermemem bir tarafa insanlar benden büyük şeyler beklemekten vazgeçmedi. Ben küçük ve basit bir hayat istemiştim ve razıydım sanırım. Ama yine ilginç bir biçimde ben de büyük bir şeyler beklemeye devam ediyorum. Tek fark, ben artık bu "büyük şey"in maddi olmadığını anladım. Huzur ve hissi manada büyük bir şeydi bu... Şu an yaşadığım şeyi kasttetmiyorum. Daha başka bir şey. Birilerine, ne bileyim çocuğuma ve etrafımdakilere aktarabileceğim bir şey... Bunları yazmak şundan aklıma geldi. salona geçtim ve düşündüm. 3 saattir boş boş tavla oynuyorum nette. Kendimi suçlamaya hazırlanırken durdum ve "yahu iyi de yapmam gerektiği halde yapmadığım bir şey yok ki.Ne hazırlanmam gereken bir sınav var.Ne de kendimden başka birinin sorumluluğu... " Ya arkadaşlar ben hep rahat bir insan oldum. İnanmak zor gelebilr ama bende pişmanlık yoktur. Neden şöyle şöyle yapmadım diye kendimi yemem asla. Ummadığım bir şekilde hayatım hep iyiye gitti. İstediğimden daha iyisi oldu ve bu durum bana bir şekilde istemeyi bıraktırdı. İstemeyi bıraktırdı derken otomatik bir şekilde olan istemeyi kasttetmiyorum. İstemek, içinden geçirmek ve "olsaydı" demekten öte bir şeydir. Duaya dönüşen istemeyi kasttediyorum ben.
Geçenlerde bana kullanmam için iş yerinden laptop verdiler . Beklenmedik bir şeydi aslında. Ben talep etmedim. Ama laptobu alınca aklımdan "odamızdaki amir gelince laptoba ihtiyacı olacak acaba bunu geri isterler mi" gibi abuk bir düşünce geçti. Böyle şeyler gelince kendi içimde o şeyden vazgeçerim. Gitsin derim. Zira bırakmazsam beni esir eder. Yani o düşünce gelir gelmez beynimde o laptobun olmasını ya da olmamasını farksız kıldım. Sonra insanalrı düşündüm. Ne bileyim yan odada milletin masa kapma yarışını... Bunun için ağlayan bayanı...Öylesine alışmış ki insanlar kendisini sahip oldukları ile tanımlamaya... Sahiplik arttıkça kölelik artıyor. Kazanımlar onlardan vazgeçebilenler için gerçekten kazanımdır. Bunun farkında değiller. Vazgeçebilmek... "Hiçbir şey vazgeçilmez değildir" düsturunu,bunun papağanlığı yapmayı bırakıp hayatına nakşeden insanlara selam olsun. Onlar sahip olma derdinde değillerdir. Sahipliğin esareti getireceğini bilirler. Özgürdürler... Ve sadece gerçekten özgür olanlar sevebilenlerdir. Gerisinin ki birbirinin üstüne çıkmış şekilde gördüğümüz bok böceğinin aşk oyunundan daha değerli değildir. 17/3/2008
No Reservations (2007)
Yoruldum ve sıkıldım
Ben bu hayata dair yıllarca okudum, düşündüm, yazdım. Düşüncelerim, çıkarımlarım muhteşem ya da tartışmaz en doğru falan değildi. Sadece...
-
Yaşadığın hayatta neyi ne kadar seçtiğini düşündün mü hiç? Yoksa kader inancın geliştikten sonra hiç bir şeyi seçmediğine mi karar verdin se...
-
Bunu öylesine derin hissediyorum ki bazen... Öylesine sebepsiz... Öylesine güçlü bir biçimde ki... "Selam olsun" diyorum Allah...
-
"…Üstelik, Tanrısal bir biçimde kendisiyle uğraşan ,kendi içine gömülmüş biri kulağının dibinde saat, gecenin bir vakti uyanıp sorar ya...